8 Mayıs 2009 Cuma

"La Leyenda Negra" (Kara Şöhret) veyahut İspanyol'un Ötekileştirilmesi



İspanya, Engizisyon'un çarklarının en uzun süre işlediği ve en çok kelle götürdüğü ülke olarak kazınmıştır Avrupa'nın kollektif zihnine. Kutsal Roma Cermen İmparatoru ünvanının uzunca bir süre İspanyol Kralları'nda (ki en meşhuru İspanyollar'ın Kral I.Carlos, Avrupa'nın geri kalanının İmparator V. Charles olarak tanıdığı, bizim ise Fransızca'dan bodoslamasına isimmiş gibi çevirdiğimiz haliyle Kanuni'nin kankası "Şarlken"-Charles Quintdir) kalmış olması, bunun da öncesinde, İspanya'nın ulusal birliğini sağladığı "Yeniden Fetih" (Reconquista)'in Katolisizm bayrağı altında yapmış olması, Katolisizm'e İber Yarımadası'nda, o esnada İtalya'da dahi olmadığı kadar büyük prestij sağlamıştı.

Bunun karşılığında Engizisyon makinasının İspanya'da hareket serbestisine sahip kılınması, Katolik Krallar'nın Vatikan'a olan borcuna bakılırsa bir hiç idi. Engisizyon, İspanyol Kralları'nın ülkede homojen bir nüfüs ve dolayısıyla ulusal bir birlik sağlama çabaları için şahane bir araçtı da aynı zamanda. Endülüs Emevileri zamanındaki politik yapı, belirli bir çerçeve içinde dini çoğulculuğa izin verdiği için Papalık fermanları ile işgörmeye çalışan Engizisyon, o vakitler İber yarımadasında pek varlık gösterememişti. Reconquista'nın tamamlanması (1492'de Son Endülüs Emevi Halifesi XII. Muhammed, Granada'yı boşaltıp kılıcını Aragon Kralı II. Fernando'ya teslim etti)'na yakın, 1478'de bu sefer Krallık fermanı ile kurulan ve Papalık yerine doğrudan Kral'a bağlanan İspanyol Engizisyonu, 1834'te Kraliçe II. Isabel kaldırana kadar yürürlükte kalacak, İspanya'nın homojen bir Katolik toplumuna dönüşmesinde ve Güney Amerika'nın kolonizasyonunda başat rol oynayacaktı. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Kimi tarihçiler, dünyayı keşfe ilk olarak İspanyollar'ın çıkmış olmasını, İber yarımadasında ulusal birliğin erken sağlanmasından doğan bir ivme olarak görür.

Tüm bu ivme zamanla İspanya'yı Avrupa'nın 200 yıl süre (takribi 1500 ile 1700 arası) ile süper gücü yaptı. Yaptı ama, bu aynen Osmanlı'nın ani ilerleyişine gösterildiği gibi bir tepki ile karşılaştı Batı Avrupa'da. İşte birazdan bahsedeceğimiz, İspanya'nın "Kara Şöhret"i o dönemde ortaya çıkmış, kimi zaman gerçeklere kimi zaman propagandaya dayanan bir fenomendir.

"La Leyenda Negra", İspanyolca "Kara Şöhret" (aslında, "Kara Efsane" diye çevrilmesi daha yerinde olur); 16.yy da, siyasette, edebiyatta ve sanatta İspanya'ya ve İspanyol kültürüne bok atma, İspanya'yı barbarlık, vahşet ve zulüm ile eş tutma (tanıdık geldi, değil mi?) eğilimidir. İspanya'nın bu "karanlığı" ile ünlenmesinin açıklayacağımız üzere başlıca iki siyasi nedeni vardır.

Bunlardan ilki, ilerleyen yüzyıllarda Avrupa'daki din savaşlarının da fitilini ateşleyecek olan engizisyon vahşetinin kendisi idi. Reconquista sonrasinda, sadece müslümanlara ve yahudilere değil, aynı zamanda Katolik olmayan Hrıstiyanlara da yönelen ölçüsüz vahşet ve sindirme (ki bu basta ilk İspanyol Protestan olan Francisco San Roman'ın yakılmasını, Şarlken'in kendi özel papazını dahi yargılatmasını, 1558'de kendisinden bilahare bahsedeceğimiz II. Felipe'nin Katoliklik dışında herhangi bir mezhebe ya da dine ait kitap bulunduranların ya da dağıtanların ve bunların ailelerinin tüm mal varlıklarına el koyulması ve dahası idamları hakkındaki fermanını, ve daha tek tek sayamayacağımız bir yığın katliamı içerir); zamanla Protestan kültürün güç kazandığı bölgeler olan Britanya, Hollanda ve İskandinavya'da tepkilere yol açmıştır.

La Leyenda Negra'nin ikinci büyük sebebi, ve bence asıl sebep de budur, Güney Amerika'nın kolonizasyonu akabinde giderek bir dünya imparatorluğu şeklini alan İspanya'dan, en büyük rakibi İngiltere'de duyulan korkudur. İngiltere'nin yönetici sınıfının gözünde, İspanya her açıdan en büyük tehdit halini almıştı; bu korku özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısında doruğa ulaşmıştı. Bu korku, politik sınıfın, halkı İspanyol hükümranlığına karşı propagandaya tabi tutmasına yolaçtı. Bu propagandanın en hatırlanabilir ve sinematografik örneği, "Elizabeth The Golden Age" filminde I. Elizabeth'in ağzındandır.

İspanya Kralı II. Felipe 1588'de Papa V. Sixtus'un da gazıyla İngiltere'yi işgale karar verir (resmi sebep İskoçların vasal kraliçesi Katolik Mary of Scots'un I. Elizabeth tarafından hıyanet korkusuyla idam ettirilmesidir ama asıl sebep II. Felipe'nin doğu atlantikte zaten bir süredir varolan çatışmayı İngiltere'nin kendi topraklarına taşıma isteğidir). Çok büyük bir güçle (20 Kalyon, 8 Kadırga, 108 silahlandırılmış ticaret gemisi) yola çıkan İspanyol donanmasına karşı yapılacak savunma öncesi (ki tarihe Gravelines Savaşı olarak geçecektir) I. Elizabeth halka, gelen donanmanın aslında bir güç savaşı yüzünden buraya gelmediğini söyler, asıl amacının İspanya'daki karanlığı ve vahşeti İngiltere'ye getirmek olduğundan dem vurur (babası VIII. Henry'nin Pilgrimage of Grace'de isyan eden Katoliklere karşı uyguladığı katliamı bilmezmiş gibi). Elizabeth'e göre, o gemiler, İspanyol askerlerini değil "Engizisyonun karanlığı"nı İngiltere'ye getirmektedir. Burada daha reel-politik olan ikinci sebebin birincisini motive ettiğini görmek zor değil.

La Leyenda Negra, İspanyollar'ın Güney Amerika'daki yerlilere katliam yaptığı iddialarinin Avrupa edebiyatında, özellikle İngiliz ve Hollanda edebiyatında yer bulmasıyla iyice derinleşir. Aslına bakılırsa, İspanyolların Güney Amerika'da yerli halka yaklaşımı, İngilizler'in Kuzey Amerika'daki yerli halka yaklaşımından çok çok daha pozitiftir. En azından İspanyollar, İspanyollar ile yerli halkın evlenmesini demografik sebeplerle teşvik etmişlerdir. Fransızlar da Kanada da benzer bir politika gütmüştür. Ancak İngilizler, nerdeyse II. Dünya Savaşı ertesine kadar bu tür evlilikleri şiddetle yasaklamışlardır. Tabii ki bu gibi detaylara, İspanyollari katil olarak gösteren Felemenk ve İngiliz yazarların eserlerinde rastlanmaz.

La Leyenda Negra'nın çeşitli örneklerine, Aydınlanma döneminde ve romantik dönemde de sıkça rastlanır. İspanyol İç Savaşı (ki bu konuda yazmam gereken çok şey birikti 4 senede) esnasında her iki tarafın da birbirine uyguladığı ölçüsüz şiddet, La Leyenda Negra'nın başlangıcından nerdeyse 400 sene sonra bile zihinlerden çıkmamasına yolaçtı.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Siyasal İslam Okumaları - 1: Şiilik, İran ve Türkiye üzerine notlar



Kiminizin bildiği üzere bir süredir Siyasal İslam okumalarına sarmış durumdayım. Gerek ülkemizde gerekse İslam dünyasının geri kalanında yükselen Siyasal İslam, sosyoekonomik arkaplanı ve tarihsel tabanı ile birlikte daha derin bir çözümleme gerektiriyor.

Siyasal İslam'ın ana argümanının dini politize ederek hayatın hemen her alanına yaymak olduğu savlanabilir. Ancak her ülkenin kendi arkaplanı nedeni ile bu hareket, temel tezleri aynı olsa da farklı argümanlar üzerinden yürümektedir. Misal, Türkiye'deki Milli Görüş gömleğini, Nur hareketini, Mısır'daki Müslüman Kardeşler'i, Lübnan Hizbullahı'ını, Suud Vahhabi hareketini, İran'ın Kum merkezli Vatikanvari teokratik yapısını aynı dinamikler içinde değerlendirmek hatalı olur.

Bu karmaşıklık içinde, İslam'ın barındırdığı farklı düşünce okullarının farklı yaklaşımlarının, Siyasal İslam'ın bir ülkeden diğerine hangi eksenler üzerinden değişiklik gösterdiği konusunda bize ışık tutacağını düşündüğüm için, bir kaç yazımı İslam'daki farklı düşünce okullarının savladığı değişik devlet yapılarına ve bu yapıların üzerine oturduğu temel sosyolojik, tarihi, ekonomik ve politik tabana ayıracağım. Hem bize olan yakınlığı, hem de halıhazırda İslam'ın en sistematik biçimde devlet mekanizması üzerinde söz sahibi olduğu örnek olduğu için, İran'dan ve Şiilik'ten, Şiilik'in devlet ile olan ilişkisinden başlamayı uygun gördüm.

Şiilik'in devlet ile ilişkisi hep limoni olagelmiştir. Bunda teolojik savların olduğu kadar tarihi politik sebeplerin de rolü vardır.

Şiilik, Şeyh Cüneyd (öl.1460)'in (ki ünlü Şah İsmail'in dedesidir) İran'daki aşiretleri biraraya toplamasına ve Safevilerin bir Sufi tarikatından, Şamanist ve ruhani gelenekler ile yoğrulmuş heterodoks bir Şii mezhebine donüşmelerine (bunun tohumunu Allame Hilli (1250-1335) atmıştır ondan iki yüz sene evvel) kadar hiç ama hiç devlet yönetmemiştir. Bu nedenle, Şii ilahiyatçıların, Sunni ilahiyatçıların dört halife döneminden beri kafa patlattıkları kamu hukuku ve siyasal hukuk üzerine birşey üretmelerine gerek olmamıştır. Bu, yüzyıllarca Sunnilik ve onun devlet otoritesi karşısında yer altına çekili yaşamış Şiilik için gayet normaldir.

Sunnilik, devlet yönetmesi nedeni ile, Nisa suresinin 59. ayeti "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin"deki "ulülemr"i devlet otoritesi olarak yorumlamıştır. Hatta 11.yüzyıl başında filozof El Maverdi, "Al-ahkam Al-Sultaniye v'el-Vilayet al-Diniyye" adlı eserinde, resmen dini otoriteyi hükmü altına alan bir devlet felsefesi kurmuş, Şiilik'e nazaran çok daha seküler diyebileceğimiz bir söylem geliştirmiştir. Hatta yukarıdaki ayete binaen, Maverdi'ye gore; "Hükümdar ve devlet zalim de olsa ona itaat gerektir, zira en kötü hükümdar, hükümdarsızlıktan (anarşi) daha iyidir."

Buna karşılık, yıllarca Sunni devletin zulmü altında yaşamış olan Şiilik, pek doğaldir ki, "ululemr"i devlet otoritesi olarak okumamıştır. Baskı altında yaşayan gruplarin kurtarıcı lider beklentilerine uygun şekilde, Şiilik, ululemr'i "12 imam ve onlarin vekilleri (ayetullahlar)" olarak okumuştur. Kısa dönemlerde farklı durumlar ortaya çıkmışsa da, Şia'da ve doğal olarak İran'da genel eğilim gayba çekilen (941 yılında) son imam Muhammed Mehdi'nin (kıyamete yakın geri dönecektir Şii inancına göre) vekilleri olan Ayetullahlarin karşışında duran devlet otoritesinin ikincil, ve büyük ölçüde gayrımeşru sayılması yönündedir. Toplumun devlet otoritesini sallamayan tutumu, Safevilerin Çaldıran'dan sonra devleti merkezilestirmiş olmasına rağmen, İran'da 1979 İslam Devrimi'ne kadar süregelmiş bir devlet/din adamları ikiliği yaratmıştır. Toplum çoğunlukla din adamlarını, devletin üzerinde bir otorite olarak görmüştür. Bu, malumunuzdur ki sonunda İran İslam Devrimi'ne yolaçmıştır. İran'da bugün dahi, yerleşik bir vergileme kültürünün olmaması bu gayrımeşruiyet ile yakından alakalıdır. Bu bağlamda, "İran'da modern olmak", Fariha Abdelkhah, (Metis Yay.) faydalı bir referans. Paradoksal olarak (aslında olmayarak), bugün dini hükümlerle yönetilmesine rağmen, Safevilerden bu yana süregelen merkezi devlet yapısı üzerine kurulmuş olan İslam Cumhuriyeti'nin otoritesine dahi itiraz eden, başını Ayetullah Montazeri'nin ve Irak Havzası'nın en yüksek uleması Ayetullah Sistani'nin (ki bu adamın Türkiye'nin Irak politikasında görmezden gelinmesi anlayamadığım birşeydir, Davutoğlu duy sesimizi) çektiği bir toplumsal çizgi vardır. Daha da paradoksal olan (aslında olmayan) şey Batı'nın "reformist/seküler" olarak gördüğü politik güçlerin bile kendilerine bir "Ayetullah" olan Montazeri'yi referans almalarıdır.

Dolayisiyla, Şiilik'i Sunnilik'ten ayıran temel nokta, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in konumu değildir. Bunun ötesinde, dünyevi işlere bakışta, devlet-toplum ilişkisinde Şiilik ve Sunnilik arasında devasa bir uçurum vardır. Tam da bu nedenle İslam birligi vesaire gibi özlemler bir gerçekliği bulunmayan hayallerdir. Bugün tüm dünya müslüman olsa dahi, birbirinin omzu uzerinde baş bırakmayacak kadar birbirine ters iki felsefedir önümüzdeki.

Bu uçurumun bir ucunda, Şeyhülislamların kellelerini canı istediğinde alabilen Sultanların (burada Anadolu'nun Şiileşmesini her türlü Makyavelist önlemi kullanarak engellemiş olan Yavuz Sultan Selim'i ayrıca anmak gerekir) mirası olan Osmanlı geleneği uzerine kurulmuş ve dini Diyanet İşleri Başkanlığı ile "yöneten" otoriter laik Türkiye Cumhuriyeti, diğer ucunda devletin ancak Ayetullahları yanına aldığında güçlü olabildiği, Safevi-Kaçar geleneği uzerine kurulu, büyük rehber "Ayetullah Hamaney"in (ki kendisinin kıdem sırasıyla Humeyni'nin varisi Ayetullah Montazeri'yi sollayıp Velayet-i Fakh'in başına Büyük Rehber olması ayrı bir yazı konusudur) yönettiği İran İslam Cumhuriyeti durur.

Tam da bu nedenledir, "Türkiye, İran olamaz" diye bağırmamız.

İran konusundaki analizlere bir sonraki yazıda devam edeceğim.