8 Mayıs 2009 Cuma

"La Leyenda Negra" (Kara Şöhret) veyahut İspanyol'un Ötekileştirilmesi



İspanya, Engizisyon'un çarklarının en uzun süre işlediği ve en çok kelle götürdüğü ülke olarak kazınmıştır Avrupa'nın kollektif zihnine. Kutsal Roma Cermen İmparatoru ünvanının uzunca bir süre İspanyol Kralları'nda (ki en meşhuru İspanyollar'ın Kral I.Carlos, Avrupa'nın geri kalanının İmparator V. Charles olarak tanıdığı, bizim ise Fransızca'dan bodoslamasına isimmiş gibi çevirdiğimiz haliyle Kanuni'nin kankası "Şarlken"-Charles Quintdir) kalmış olması, bunun da öncesinde, İspanya'nın ulusal birliğini sağladığı "Yeniden Fetih" (Reconquista)'in Katolisizm bayrağı altında yapmış olması, Katolisizm'e İber Yarımadası'nda, o esnada İtalya'da dahi olmadığı kadar büyük prestij sağlamıştı.

Bunun karşılığında Engizisyon makinasının İspanya'da hareket serbestisine sahip kılınması, Katolik Krallar'nın Vatikan'a olan borcuna bakılırsa bir hiç idi. Engisizyon, İspanyol Kralları'nın ülkede homojen bir nüfüs ve dolayısıyla ulusal bir birlik sağlama çabaları için şahane bir araçtı da aynı zamanda. Endülüs Emevileri zamanındaki politik yapı, belirli bir çerçeve içinde dini çoğulculuğa izin verdiği için Papalık fermanları ile işgörmeye çalışan Engizisyon, o vakitler İber yarımadasında pek varlık gösterememişti. Reconquista'nın tamamlanması (1492'de Son Endülüs Emevi Halifesi XII. Muhammed, Granada'yı boşaltıp kılıcını Aragon Kralı II. Fernando'ya teslim etti)'na yakın, 1478'de bu sefer Krallık fermanı ile kurulan ve Papalık yerine doğrudan Kral'a bağlanan İspanyol Engizisyonu, 1834'te Kraliçe II. Isabel kaldırana kadar yürürlükte kalacak, İspanya'nın homojen bir Katolik toplumuna dönüşmesinde ve Güney Amerika'nın kolonizasyonunda başat rol oynayacaktı. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Kimi tarihçiler, dünyayı keşfe ilk olarak İspanyollar'ın çıkmış olmasını, İber yarımadasında ulusal birliğin erken sağlanmasından doğan bir ivme olarak görür.

Tüm bu ivme zamanla İspanya'yı Avrupa'nın 200 yıl süre (takribi 1500 ile 1700 arası) ile süper gücü yaptı. Yaptı ama, bu aynen Osmanlı'nın ani ilerleyişine gösterildiği gibi bir tepki ile karşılaştı Batı Avrupa'da. İşte birazdan bahsedeceğimiz, İspanya'nın "Kara Şöhret"i o dönemde ortaya çıkmış, kimi zaman gerçeklere kimi zaman propagandaya dayanan bir fenomendir.

"La Leyenda Negra", İspanyolca "Kara Şöhret" (aslında, "Kara Efsane" diye çevrilmesi daha yerinde olur); 16.yy da, siyasette, edebiyatta ve sanatta İspanya'ya ve İspanyol kültürüne bok atma, İspanya'yı barbarlık, vahşet ve zulüm ile eş tutma (tanıdık geldi, değil mi?) eğilimidir. İspanya'nın bu "karanlığı" ile ünlenmesinin açıklayacağımız üzere başlıca iki siyasi nedeni vardır.

Bunlardan ilki, ilerleyen yüzyıllarda Avrupa'daki din savaşlarının da fitilini ateşleyecek olan engizisyon vahşetinin kendisi idi. Reconquista sonrasinda, sadece müslümanlara ve yahudilere değil, aynı zamanda Katolik olmayan Hrıstiyanlara da yönelen ölçüsüz vahşet ve sindirme (ki bu basta ilk İspanyol Protestan olan Francisco San Roman'ın yakılmasını, Şarlken'in kendi özel papazını dahi yargılatmasını, 1558'de kendisinden bilahare bahsedeceğimiz II. Felipe'nin Katoliklik dışında herhangi bir mezhebe ya da dine ait kitap bulunduranların ya da dağıtanların ve bunların ailelerinin tüm mal varlıklarına el koyulması ve dahası idamları hakkındaki fermanını, ve daha tek tek sayamayacağımız bir yığın katliamı içerir); zamanla Protestan kültürün güç kazandığı bölgeler olan Britanya, Hollanda ve İskandinavya'da tepkilere yol açmıştır.

La Leyenda Negra'nin ikinci büyük sebebi, ve bence asıl sebep de budur, Güney Amerika'nın kolonizasyonu akabinde giderek bir dünya imparatorluğu şeklini alan İspanya'dan, en büyük rakibi İngiltere'de duyulan korkudur. İngiltere'nin yönetici sınıfının gözünde, İspanya her açıdan en büyük tehdit halini almıştı; bu korku özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısında doruğa ulaşmıştı. Bu korku, politik sınıfın, halkı İspanyol hükümranlığına karşı propagandaya tabi tutmasına yolaçtı. Bu propagandanın en hatırlanabilir ve sinematografik örneği, "Elizabeth The Golden Age" filminde I. Elizabeth'in ağzındandır.

İspanya Kralı II. Felipe 1588'de Papa V. Sixtus'un da gazıyla İngiltere'yi işgale karar verir (resmi sebep İskoçların vasal kraliçesi Katolik Mary of Scots'un I. Elizabeth tarafından hıyanet korkusuyla idam ettirilmesidir ama asıl sebep II. Felipe'nin doğu atlantikte zaten bir süredir varolan çatışmayı İngiltere'nin kendi topraklarına taşıma isteğidir). Çok büyük bir güçle (20 Kalyon, 8 Kadırga, 108 silahlandırılmış ticaret gemisi) yola çıkan İspanyol donanmasına karşı yapılacak savunma öncesi (ki tarihe Gravelines Savaşı olarak geçecektir) I. Elizabeth halka, gelen donanmanın aslında bir güç savaşı yüzünden buraya gelmediğini söyler, asıl amacının İspanya'daki karanlığı ve vahşeti İngiltere'ye getirmek olduğundan dem vurur (babası VIII. Henry'nin Pilgrimage of Grace'de isyan eden Katoliklere karşı uyguladığı katliamı bilmezmiş gibi). Elizabeth'e göre, o gemiler, İspanyol askerlerini değil "Engizisyonun karanlığı"nı İngiltere'ye getirmektedir. Burada daha reel-politik olan ikinci sebebin birincisini motive ettiğini görmek zor değil.

La Leyenda Negra, İspanyollar'ın Güney Amerika'daki yerlilere katliam yaptığı iddialarinin Avrupa edebiyatında, özellikle İngiliz ve Hollanda edebiyatında yer bulmasıyla iyice derinleşir. Aslına bakılırsa, İspanyolların Güney Amerika'da yerli halka yaklaşımı, İngilizler'in Kuzey Amerika'daki yerli halka yaklaşımından çok çok daha pozitiftir. En azından İspanyollar, İspanyollar ile yerli halkın evlenmesini demografik sebeplerle teşvik etmişlerdir. Fransızlar da Kanada da benzer bir politika gütmüştür. Ancak İngilizler, nerdeyse II. Dünya Savaşı ertesine kadar bu tür evlilikleri şiddetle yasaklamışlardır. Tabii ki bu gibi detaylara, İspanyollari katil olarak gösteren Felemenk ve İngiliz yazarların eserlerinde rastlanmaz.

La Leyenda Negra'nın çeşitli örneklerine, Aydınlanma döneminde ve romantik dönemde de sıkça rastlanır. İspanyol İç Savaşı (ki bu konuda yazmam gereken çok şey birikti 4 senede) esnasında her iki tarafın da birbirine uyguladığı ölçüsüz şiddet, La Leyenda Negra'nın başlangıcından nerdeyse 400 sene sonra bile zihinlerden çıkmamasına yolaçtı.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Siyasal İslam Okumaları - 1: Şiilik, İran ve Türkiye üzerine notlar



Kiminizin bildiği üzere bir süredir Siyasal İslam okumalarına sarmış durumdayım. Gerek ülkemizde gerekse İslam dünyasının geri kalanında yükselen Siyasal İslam, sosyoekonomik arkaplanı ve tarihsel tabanı ile birlikte daha derin bir çözümleme gerektiriyor.

Siyasal İslam'ın ana argümanının dini politize ederek hayatın hemen her alanına yaymak olduğu savlanabilir. Ancak her ülkenin kendi arkaplanı nedeni ile bu hareket, temel tezleri aynı olsa da farklı argümanlar üzerinden yürümektedir. Misal, Türkiye'deki Milli Görüş gömleğini, Nur hareketini, Mısır'daki Müslüman Kardeşler'i, Lübnan Hizbullahı'ını, Suud Vahhabi hareketini, İran'ın Kum merkezli Vatikanvari teokratik yapısını aynı dinamikler içinde değerlendirmek hatalı olur.

Bu karmaşıklık içinde, İslam'ın barındırdığı farklı düşünce okullarının farklı yaklaşımlarının, Siyasal İslam'ın bir ülkeden diğerine hangi eksenler üzerinden değişiklik gösterdiği konusunda bize ışık tutacağını düşündüğüm için, bir kaç yazımı İslam'daki farklı düşünce okullarının savladığı değişik devlet yapılarına ve bu yapıların üzerine oturduğu temel sosyolojik, tarihi, ekonomik ve politik tabana ayıracağım. Hem bize olan yakınlığı, hem de halıhazırda İslam'ın en sistematik biçimde devlet mekanizması üzerinde söz sahibi olduğu örnek olduğu için, İran'dan ve Şiilik'ten, Şiilik'in devlet ile olan ilişkisinden başlamayı uygun gördüm.

Şiilik'in devlet ile ilişkisi hep limoni olagelmiştir. Bunda teolojik savların olduğu kadar tarihi politik sebeplerin de rolü vardır.

Şiilik, Şeyh Cüneyd (öl.1460)'in (ki ünlü Şah İsmail'in dedesidir) İran'daki aşiretleri biraraya toplamasına ve Safevilerin bir Sufi tarikatından, Şamanist ve ruhani gelenekler ile yoğrulmuş heterodoks bir Şii mezhebine donüşmelerine (bunun tohumunu Allame Hilli (1250-1335) atmıştır ondan iki yüz sene evvel) kadar hiç ama hiç devlet yönetmemiştir. Bu nedenle, Şii ilahiyatçıların, Sunni ilahiyatçıların dört halife döneminden beri kafa patlattıkları kamu hukuku ve siyasal hukuk üzerine birşey üretmelerine gerek olmamıştır. Bu, yüzyıllarca Sunnilik ve onun devlet otoritesi karşısında yer altına çekili yaşamış Şiilik için gayet normaldir.

Sunnilik, devlet yönetmesi nedeni ile, Nisa suresinin 59. ayeti "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin"deki "ulülemr"i devlet otoritesi olarak yorumlamıştır. Hatta 11.yüzyıl başında filozof El Maverdi, "Al-ahkam Al-Sultaniye v'el-Vilayet al-Diniyye" adlı eserinde, resmen dini otoriteyi hükmü altına alan bir devlet felsefesi kurmuş, Şiilik'e nazaran çok daha seküler diyebileceğimiz bir söylem geliştirmiştir. Hatta yukarıdaki ayete binaen, Maverdi'ye gore; "Hükümdar ve devlet zalim de olsa ona itaat gerektir, zira en kötü hükümdar, hükümdarsızlıktan (anarşi) daha iyidir."

Buna karşılık, yıllarca Sunni devletin zulmü altında yaşamış olan Şiilik, pek doğaldir ki, "ululemr"i devlet otoritesi olarak okumamıştır. Baskı altında yaşayan gruplarin kurtarıcı lider beklentilerine uygun şekilde, Şiilik, ululemr'i "12 imam ve onlarin vekilleri (ayetullahlar)" olarak okumuştur. Kısa dönemlerde farklı durumlar ortaya çıkmışsa da, Şia'da ve doğal olarak İran'da genel eğilim gayba çekilen (941 yılında) son imam Muhammed Mehdi'nin (kıyamete yakın geri dönecektir Şii inancına göre) vekilleri olan Ayetullahlarin karşışında duran devlet otoritesinin ikincil, ve büyük ölçüde gayrımeşru sayılması yönündedir. Toplumun devlet otoritesini sallamayan tutumu, Safevilerin Çaldıran'dan sonra devleti merkezilestirmiş olmasına rağmen, İran'da 1979 İslam Devrimi'ne kadar süregelmiş bir devlet/din adamları ikiliği yaratmıştır. Toplum çoğunlukla din adamlarını, devletin üzerinde bir otorite olarak görmüştür. Bu, malumunuzdur ki sonunda İran İslam Devrimi'ne yolaçmıştır. İran'da bugün dahi, yerleşik bir vergileme kültürünün olmaması bu gayrımeşruiyet ile yakından alakalıdır. Bu bağlamda, "İran'da modern olmak", Fariha Abdelkhah, (Metis Yay.) faydalı bir referans. Paradoksal olarak (aslında olmayarak), bugün dini hükümlerle yönetilmesine rağmen, Safevilerden bu yana süregelen merkezi devlet yapısı üzerine kurulmuş olan İslam Cumhuriyeti'nin otoritesine dahi itiraz eden, başını Ayetullah Montazeri'nin ve Irak Havzası'nın en yüksek uleması Ayetullah Sistani'nin (ki bu adamın Türkiye'nin Irak politikasında görmezden gelinmesi anlayamadığım birşeydir, Davutoğlu duy sesimizi) çektiği bir toplumsal çizgi vardır. Daha da paradoksal olan (aslında olmayan) şey Batı'nın "reformist/seküler" olarak gördüğü politik güçlerin bile kendilerine bir "Ayetullah" olan Montazeri'yi referans almalarıdır.

Dolayisiyla, Şiilik'i Sunnilik'ten ayıran temel nokta, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in konumu değildir. Bunun ötesinde, dünyevi işlere bakışta, devlet-toplum ilişkisinde Şiilik ve Sunnilik arasında devasa bir uçurum vardır. Tam da bu nedenle İslam birligi vesaire gibi özlemler bir gerçekliği bulunmayan hayallerdir. Bugün tüm dünya müslüman olsa dahi, birbirinin omzu uzerinde baş bırakmayacak kadar birbirine ters iki felsefedir önümüzdeki.

Bu uçurumun bir ucunda, Şeyhülislamların kellelerini canı istediğinde alabilen Sultanların (burada Anadolu'nun Şiileşmesini her türlü Makyavelist önlemi kullanarak engellemiş olan Yavuz Sultan Selim'i ayrıca anmak gerekir) mirası olan Osmanlı geleneği uzerine kurulmuş ve dini Diyanet İşleri Başkanlığı ile "yöneten" otoriter laik Türkiye Cumhuriyeti, diğer ucunda devletin ancak Ayetullahları yanına aldığında güçlü olabildiği, Safevi-Kaçar geleneği uzerine kurulu, büyük rehber "Ayetullah Hamaney"in (ki kendisinin kıdem sırasıyla Humeyni'nin varisi Ayetullah Montazeri'yi sollayıp Velayet-i Fakh'in başına Büyük Rehber olması ayrı bir yazı konusudur) yönettiği İran İslam Cumhuriyeti durur.

Tam da bu nedenledir, "Türkiye, İran olamaz" diye bağırmamız.

İran konusundaki analizlere bir sonraki yazıda devam edeceğim.

19 Ekim 2008 Pazar

Türkiye, İspanya olabilir mi?



İkisinin de Akdeniz ülkesi olmasından ve 1980'lerin başlarına kadar kadar aynı gelir/gelişmişlik seviyesinde olmalarından mütevellit şöyle bir söylem yaygındır liberal çevrelerde:

Türkiye, İspanya'nın gerçekleştirdiği mucizeyi gerçekleştirebilir mi? 1975'te faşist diktadan çıkan bir ülke, 25 senede Avrupa'nın en gelişmiş ve her anlamda en çoğulcu ülkelerinden biri haline gelebilmişse, biz neden gelemeyelim? Avrupa Birliği'nin en büyük dönüştürme projesi olan İspanya örneği, Türkiye özelinde tekrarlanamaz mı?

Öncelikle, İspanya'nın şaha kalkmasının sebebi kesinlikle Avrupa Birliği'e üyelikte aranmamalıdır. AB, İspanya için neden olmaktan öte sonuçtur. Bir ülkenin, bir milletin, kadınların kocalarından izinsiz bankadan para çekemediği bir halden, eşcinsel evliliklere izin verebilen bir toplum haline gelebilmesi için; ve dahası bunu 25 senede başarabilmesi için temel şart, o ülkenin insanlarında aranması gereken "ilerleme, degişme ve hoşgörü iradesi"dir. Yoksa AB perspektifi falan fasa fisodur. Franco'nun ölümü ile sağcısı - ki İspanyol sağcısı, sağcının hasıdır - solcusu, sokaklara dökülen milyonların demokrasi - ama bizdeki gibi sadece kendine demokrasi değil, dindara da eşcinsele de mini eteke giyenine de metal dinleyen aczmendiye de (Ali Bulaç, okuyon deee mi burayı?) - talebi işte bu iradenin fiziksel aksidir. Bu iradenin Türkiye özelinde oluşması için gereken ortam yoktur, altyapı yoktur, zaten oluşması için bir sebep de yoktur.

Bahsettiğimiz toplum, din ile hesaplaşmasını vakti zamanında (1936-1939 İspanyol İç Savaşı) kilise yakmaya kadar götürmüş, sonrasında dini gericiliğin doruklarında bir diktaya dönmüş. Çok iç kavga görmüş, geçirmiş. İspanya'nın her sene kendi diline çevirdiği kitap sayısı, Arap ülkelerinin 6.yy dan beri Arapça'ya çevirdiği toplam kitap sayısına eşit. Franco tüm o diktanın altında, gelişmeye hazır bir sanayi altyapısı ve dinamik bir nüfus bırakmış.

Ve sonra n'olmuş biliyor musunuz? İşte, Türkiye de asla ol(a)mayacak olan şey olmuş. İç savaşta, baba, ana, bacı, kardaş demeden birbirinin hunharca kesen - aynı milletten 600.000 kişinin birbirini kesmesinden, tecavüzünden sözediyoruz ki aklıma Maraş Katliamı gelmiyor değil - bu ademoğulları, Franco'nun cenazesini kaldırdıktan sonra; kallavisinden bir parlamenter demokrasiye geçme iradesi beyan etmişler. Milliyetçisi, dindari, sosyalisti, komünisti, ayrılıkçısı bir araya gelmiş ve hepsinin nefes alıp verebileceği atmosferi kuran bir anayasa yazmışlar. İspanyollar'ın geçirdiği bu inanılmaz değişimin sırrı, kendilerinin "La Gran Amnesia" dedikleri bu "geçmişi unutma, geleceğe bakma paktı"nda saklıdır. Bir defa bu irade hasıl olunca, AB'ye sadece yerinde durmakta zorlanan atı mahmuzlamak kalmış.

Şimdi, Türkiye, İspanya olabilir mi? İngilizler'in dediği gibi "cehennem buz tuttuğu zaman". Başbakanın hala 1930'daki tek parti politikalarını eşelemeyi politika sandığı, topluma kendi din ve ahlak kaftanını giydirmeyi görev bildiği, muhalefetin toplumun içine artık sığamayacağı bir elbiseyi üç beş yama ile hala önümüze sunmakla meşgul olduğu bir ortamda, ve dahası bu derin bölünmüşlüğü, toplumu kutuplaştırmaktan başka bir halta yaramayan bu siyasi dili ortadan kaldırmak için halkın da hiçbir irade beyan etmediği - edemediği -, onun yerine seçimlerde kurtarılmış coğrafi bölgeler kurma telaşında olduğu bir ortamda;

Türkiye, İspanya olamaz.

Erdal Şafak'ın yazılarında tekrarladığının aksine, "Türkiye'ye pek o kadar da güvenmeyin". Ya da Çetin Altan ustanın diliyle, "enseyi karartın".

Not: Konu ile ilgili harika iki makale

http://www.minidev.com/publIc/page.aspx?id=426
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224493

Türkiye'de bir çimento olarak din ve inşaat demiri olarak laiklik



Kimisi Anadolu kültürü İslam kültürüdür der, kimisi din çimentodur der. Kimisi mayamızdır der de mayada bir gariplik olduğunu görmez.

T.C.'nin çimentosunu bilemem de kurucu felsefesinin bir dayanağı İslam'dır.

Efendim şu kadar yıldır laiklik meselesini toplumsal olarak oturtamamış olmamızın da sebebi de aslında budur . Laiklik ve Sekülerlik, yani dünyevileşme, özellikle dini anlamda çeşitlilik gerektirir. Fransız ihtilalinin ürünü olan laikliğin motorlarından birisi, Rönesans ve Reform ile ortaya çıkmış olan mezhep çeşitliliği, ve akabinde Katolik kilisesinin hegemonyasında yaşanan zayıflamadır.

Bu girizgahtan sonra Türkiye'ye dönelim. Osmanlı'nın çöküşüne derman olarak ortaya atılmış olan görüşlerden en sonunda galip gelen (daha doğrusu Panislamizm ve Osmanlıcılık hayallerinin çökmesi nedeniyle biraz da ister istemez tek tercih olarak kalan) Turancılık ve onun revize edilmiş hali olan Turk Ulus devletçiliği, özünde Mustafa Kemal'in de fikir babalarından olan Ziya Gökalp'in "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" temeli üzerine bina edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu Türkçülük'ün İslam'ı tamamen dışlamamış olmasıdır. Panislamizm o günün gerçekleri arasında ütopya olarak kalmıştır, fakat İslam, sekülerleştirilmiş ve devlet kontrolü altına alınmış(ehlileştirilmiş) haliyle, Türk ulus devletçiliğini beslemiştir. Burada herkesin görmezden geldiği nokta şudur: Kurtuluş Savaşı'nın evvelinde ve sonrasında Anadolu ve Doğu Trakya'da ikamet eden Müslüman Osmanlı tebaası (Türk-Kürt-Çerkez-Abhaz-Arnavut-Boşnak-Pomak-Makedon-Gürcü) olduğu gibi "Türk Ulusu" olarak tanımlanmıştır. Ortadoğu'daki Araplar haricinde İmparatorluk topraklarından geriye ne kadar müslüman kaldıysa çoğu Anadolu'ya göçetmiş ve İslam çimentosu ile harcı karılmış bir Turk Ulusu oluşturmuştur. Ortodoks hrıstiyan oldukları için Karaman yöresinden mübadele ile Yunanistan'a yollanan Turkmen topluluklarının (ki Yunanistan'ın halihazırdaki başbakanı Karamanlis işte bu Türkmenlerden gelmedir) başına gelenlerin başka bir izahi yoktur.

Hal boyle olunca ilk planda Anadolu'ya kaçan kitleleri birleştiren ilk şey İslam (ve akabinde Diyanet Başkanlığı'nca dayatılan Sunni İslam) olmuştur. Türk Ulus kimliğinin halk nezdinde oturması bundan çok daha sonralara rastlar (zannımca 1960lar). Ancak, yaptığımız girizgahtan hareketle, böyle bir sosyo-politik yapı içerisinde Avrupa tarzı bir laiklik mayasının tutması mümkün değildir, ki tutmamıştır da. Zira toplumda ne dini anlamda çeşitlilik vardır, ne de diyanet yapısının Sunni bakış açısı olan mezhep çeşitliliğinin kafasını kaldırmasına izin vermiştir; dahası belirttiğim gibi devletin kurucu ideolojisinin dayanaklarından birisi İslam'dir.

Özetle, İslam'ın Anadolu topraklarındakı çimento özelliği, Türk Ulus devlet projesinin baslangıç aşaması için bir hayli önem arzetmekte idi. Türkiye Cumhuriyeti aslında Osmanlı'nın bir projesidir deyip boğazımızı çatlatırken kastettiğimiz şey işte budur.

Ancak aradan 80 sene geçtikten sonra bu faktör hala o ülkenin hükümet başı tarafından dile getiriliyorsa, bir politik sermaye oluyorsa, bu, harca çimentonun fazla kaçtığının kanıtı değilse nedir? Çimentosu fazla kaçan harç, sert olur, durağan olur; kalıba da girmez şekilsiz kalır. Foto: Vedat Ozan

Bati'nin teknigini alsak da, kulturunu almasak...




Basvekil'in yumurtalarindan "Batinin ilmini degil ahlaksizligini aldik" vecizesinin dusundurttukleri...

Erken donem Islamcilari arasinda (misal, Mehmet Akif) cok ragbet gormus ama imkansizligi anlasilinca yavastan rafa kaldirilan bu soylemin yaninda "Caponlar gelenek ile modernlesti" sosu verilmeden olmaz.

Amma velakin bilinmez ki Japon kulturu de batidan aldigi ve uc noktalara goturdugu teknigin kacinilmaz sonucu ve globalligin de etkisiyle, hizla Batiya savrulmaktadir.. Yok inanmiyorsaniz gidin biraz gunumuz Japon edebiyati okuyun, Japon sinemasi izleyin -hatta uc ornek Ryuichi Hiroki'nin Vibrator'u-, Batinin mini etegini yasam tarzi yapmis aslinda "kulturunu koruyan geysalar" olmalari gereken Japon kizlarini gorun.. Ve bu yuzyili gectim, taa 1868'de Imparator Meiji'nin halkina Bati tarzi giysiyi dayatmasini hatirlayiniz: Adam, katanasini dolaba kaldirip papyon takmis boynuna, sonra da Japonlara geleneklerini koruyarak modernlesti diyorlar, neresinden tutayim ben bu iddianin?

Iran Islam Cumhuriyetinin kurulus felsefesinde, Bati tarzi olmayan bir modernizm tanimlama (papyon kravat demisken, Iranlilar'in Batinin ceketini giyip kravatini takmayi reddetmeleri geldi aklima - trajikomik su Ortadogunun hali) histerisi vardir; ama n'olmustur, modern olayim postmodern olayim derken, Iran fosmodern olmustur.. Ockham'in Usturasi bu durumda der ki, medeniyetin cagimizda aldigi sekil olan modernizm eger bir tek Batida gerceklesmisse, o modernizmden gayri modernizm namumkundur..

Simdi buna itiraz olarak Japon modernlesmesi ile Rus modernlesmesi ornek verilebilir. Burda sunun altini cizmek gerekmektedir: Japonyanin kendine has bir takim sartlari modernlesme yarisinda Batiyi yakalamalarini saglamistir; ve analiz edilirse gorulecektir ki Japon modernlesmesi aslinda hasindan bir bati stili modernlesmedir. Japonya haricindeki tum Bati disi modernlesme deneyleri buyuk olcude eklektiktir, kurumsallasmasi eksiktir; sonuc olarak dengesizdir. Rus ve Cin modernlesmeleri bu kategoride ele alinabilir.

Japon modernlesmesi vs. Turk modernlesmesi demisken, bazi seyleri acalim: Japonya'nin kendi basina 1600'lere kadar gecirdigi icsel evrimle bizimki arasinda daglar kadar fark vardir. Japon toplumu hukuksal anlamda tarihinde hicbir zaman tutucu olmamistir, bu onlarin 1600'lerden sonra kolonizasyon yarisindaki Avrupalilar'la Pasifik'te karsilasmalari sonucu tanidiklari yabanci eserleri ve davranislari kendilerine adapte etmelerini cok hizlandirmistir. Militer bir din anlayisindan destek alan feodal elit, planlamayi (imparatoru) onde tutarak toplumu ileriye itmistir. Ilber Ortayli Hocanin "Tarih Dersleri" programinin bir bolumunde, 18. yuzyilda Japonya'da erkekler arasinda okuma yazma oraninin %45, kadinlarda (buraya dikkat) %15 oldugu bahsi gecmistir ki, bu 18. yuzyil icin dehsetengiz bir yuzdedir. Bizde ise ayni devirde hem kendisi curumus hem de hukuku curutmus bir din anlayisi, birakin okuma yazmayi, (II. Mahmut gibi vizyon sahibi kisilerin naif emeklerini saymazsak) kadinin toplumdaki rolunu sifira yaklastiran bir anlayis ve Avrupa'dan gelen herseye karsi olma egilimi vardi (ki hala var).

Zannimca bu noktada toplumsal hukuk meselesini iyice acmak gerekiyor. 18.yy oncesi kurumsallasmasi derin olmadigi icin oldukca esnek olan Japon hukuk yapisinin (Meiji restorasyonu sirasinda eski kanunlarin hepsinin bir gecede degistirilmesi bu esneklige ornek verilebilir) aksine, Roma hukuk cercevesinde bulunan ve Turk-islam geleneginden beslenen Osmanli hukuku oldukca girift, duragan ve dahasi Japonya'nin aksine "cemaatci"dir. Dahasi, "Millet Sistemi" olarak adlandirilan bu duzende, 19.yy sonlarina dogru azinliklar icinde laik hareketler baslayana kadar, bu milletler dine dayandirilmistir ki bu, cemaat sistemini dinin dogasi geregi daha da duragan kilmistir.

Olan biteni bu baglamda gorursek, Japon modernlesmesi benim anladigim kadariyla "varsayimsal" bir -muhafazakar- Turk modernlesmesinden cok otoriter bir Alman modernlesmesine benzemektedir (Meiji anayasasinin Alman hukukcularin liderliginde yazilmasi, yine Meiji donemindeki parlamenter deneyin Almanya'dan kopyalanmasi, Japon medeni kanununun Alman medeni kanunundan derlenmesi, bu acidan ilginc bir orneklerdir). Zira Almanya'da da yuzyillar suren bir merkezi idare yoklugundan kaynaklanan bir hukuki "esneklik" ve bunun sonunda ortaya cikan bir otoriter ileriye "itilis" vardir. Turkiye'de Cumhuriyet devrimleri ile olan sey ise, duraganlasmis ve oldukca girift hukuk yapisinin yeniden duzenlenmesidir. Bu sonuncusunun daha yuksek surtunme katsayisina sahip oldugu, ve Japonya modernlesmesinden oldukca farkli oldugu sanirim asikardir.

Sonuc olarak, gelenek diyeceksek Japonlarin Bati modernizmini almalarini kolaylastiran bir gelenekten geldikleri soylenebilir. Turk-Islam cizgisinde ise tam tersine zorlastiran bir gelenek vardir. Dolayisiyla, Japonlar gelenek ile modernlesti lafi gayet ad hominemdir, dezenformasyondur.

Son olarak, Bati'nin teknigini alalim kulturunu almayalim dusturunun varacagi noktayi Arap yarimadasindaki kapitalizme "geleneklerini koruyarak" eklemlenmis bedevi ulkelerinde gorebilirsiniz. Nedir o nokta? Insanlarin cep telefonunun ve kredi kartinin oldugu, ama kadinin araba suremedigi, erkekler ile ayni arabaya binemedigi, okula gidemedigi, kendi hayatina yon veremedigi, erkeklerin de calismaya ya o "ahlaksiz bati"nin mulkiyetindeki petrol sahalarina gittigi, ya da petrolden sonra tek uretebildikleri sey olan hurmalari toplamak icin hurma bahcelerine gittigi noktadir.

21. Asır İslamı üzerine düşünceler



Bir dinin, ona inananlarin takip ettigi yollarin toplami oldugunu varsayarsak; gunumuzdeki Islam insanligin basindaki en buyuk sorunlardan biridir.

Muslumanlarin yogunlukta yasadigi cografyada kanin ve gozyasinin eksik olmadigini, ve dahasi bu topraklarda cozumun hep dini asiriliga daha da cok sarilmakta arandigini gozonune alirsak (Mısır, Iran, Turkiye) bu daha da cok boyledir.

Siyaseten dogru olmayacagi icin pek fazla kisi resmi agızdan bunu dile getirmiyor, ancak 21.yy Islam'inin insanlik ve yasadigimiz cag ile derin, ve dahasi cozulmesi mumkun olmayan sorunlari vardir. Bu tespiti ben yapmiyorum, "munevver" islamcilarimizdan biri yapiyor. Okumak isteyenler icin; http://www.taraf.com.tr/makale/2081.htm. Islamci "aydin"imizin modernizm, gunluk yasam ve islam ucgenindeki kaybolmuslugu ve bati konusundaki cahilligi tespitlerim icin harika bir dayanak olusturuyor.

Islam'in baskin oldugu bolgelerde yaklasik 15.yy dan beri ne bir dusunce okulu, ne de bir bilimsel merkez yoktur. Tum arap ulkelerinin 6.yy dan beri arapca'ya cevirdigi toplam kitap sayisi Ispanya'nin Ispanyolca'ya bir senede cevirdigine esit. Dunyanin geri kalaniyla bilimsel, sosyal ve ekonomik fark artik kapatilamaz bir duzeye gelmis. Islam'in baskin oldugu cografya'nin dunyani geri kalani ile anlamli ve uretken bir iktisadi iliskisi yok. Bu devasa fark islam cografyasini Dogu Asya modeli bir "hirs yapip Batiyi yakalama" gudusune itecegi yerde, Bati ve uygarlik namina ne varsa ondan nefret etmeye itiyor. Sorunun hala "Islam'in dogru yasanmamasi"ndan kaynaklandigi sanilmakta. Cozum Seyyid Kutb tarzi Selefi radikallesmekte aranmada. Dini ve bireysel ozgurluk hak getire.

Almanya'da sehirlerinde cami istemeyen Almanlari protesto eden gurbetcilerimizin kacinin Turkiye'nin herhangi bir sehrinde kilise yapimini hos gorebilecegi geliyor aklima. Sonra sacma sapan bir karikaturu protesto edecegiz diye birbirini ezen, binalar yakan kitleler geliyor gozumun onune.

Bati devamli Islam'a saldiriyor diyenlerin NATO'nun tarihinin tek saldiri harekati Kosova'ya ve Bosna'ya yaptigini ve hatta Kuveyt'i en sonunda buyuk seytan ABD'nin kurtardigini gorememesi geliyor aklima. 11 Eylul sonrasi, saldirganlarin aslinda Yahudi oldugunu kanitlamaya calisan Misir medyasi ve buna buyuk olcude inanan Arap toplumu geliyor. Islami terorizme Arap ulkeleri liderlerinden bir tane bile anlamli itiraz gelmemesi geliyor. RTE'nin Islami Teror lafini kabul etmemesi ama sonra cikip da Islamofobi'den sikayetci olmasi geliyor.

21. yy itibariyle Islam, cagi cevaplayamadigi icin her acidan bir buhrana girmis durumdadir; Islam topluluklari derin bir asagilik kompleksi icinde yuzmektedir ve bu patolojik zihinsel durumdan yakin bir zamanda kurtulacaklarina dair de bir emare yoktur. Tum bu "Delirium"'un bizlere gunluk yansimasi ise Islam adina kendini ve masumlari havaya ucurmakta beis gormeyen muminler ve onlari intihar eylemlerini kutsayan kulturdur. Cihad, Sehit gibi kavramlarla olume tapinan kulturdur.

21 Kasım 2007 Çarşamba

Bir ETA yazısı

Kendi çektiğim bir foto: Pamplona'da Baskça
bir duvar yazısı - "Bağımsızlık, ETA, Sosyalizm"
Temmuz 2006

ETA militanları ateşkesi ilan ederken...



En son Mayıs 2003'te Navarra (ne de güzel diyardır)'da iki ulusal polisin (Policia Nacional) öldüğü bombalama eyleminden sonra öldürme olaylarına karışmamış olan ÉTA, Mart 2006 da bir yerel Bask gazetesine yolladığı mektup aracılığıyla, "bağımsızlığa giden yolda, demokratik yönelişe engel olmamak için" süresiz silah bıraktığını açıkladı. Akabinde de Bask bölgesel televizyonu ETB'ye yollanılan bir kasette, üç militan; Bask bölgesi (Pais Vasco), Navarra, ve yılan & balta desenli ETA (ki Batasuna da amblem olarak kullanmakta idi) bayrağı önünde, yine her zamanki geleneksel kasketleri, beyaz maskeleri, ve Azrail usülü siyah üniformaları ile bildiriyi televizyondan da ilan etmişlerdi. (İlginç bir not: Örgütün kurulduğu 1959 yılından bugüne 47 yıllık eylem tarihinde, ilk defa bir kadın militan bildiriyi okumuştu). Dikkati çekmesi gereken nokta; silahın "bırakılmış" olduğu idi, silah tamamen gündemden çıkmamıştı. İspanyol hükumetinin de kendilerine yönelik operasyonları acilen durdurmasını, (ve dolaylı da olsa) bir genel af çıkarılmasını talep etmekteydiler.

ETA'nın kuruluş amacı, bağımsızlık elde edilene kadar silahlı mücadeledir, şimdi tutup da tüzük değiştirmediklerine göre; yaptıkları politik bir manevraydı tabii ki. Zira 2006 başından beri başbakan J.L. Rodriguez Zapatero, şiddet sona ermeden Bask bölgesinin statüsü konusunda asla verimli bir müzakere süreci oluşamayacağını belirterek ETA'yı silah bırakmaya çağırmıştı. 2006 içinde yapılması gundeme ge(tiri)len bağımsızlık referandumu öncesi, ETA'nın amacı bu şekilde bir politik manevra ile uzun vadede (kendisi de bağımsızlığın gizli bir taraftarı olan) Bask Bölgesi Özerk Yönetim Başbakanı Juan José Ibarretxe* Markuartu**'ya referandum sonrası*** Madrid hükümeti ile başlayacak olan müzakereler öncesi koz sağlamak, İspanyol toplumuna hoş bir imaj vermekti, ortalığı soğutmaktı; akıllıca bir hareketti. Amma gün gelir de Madrid'deki Cortes "Ne kaderi ne tayini lan?" derse, ETA'nın bu sefer eline daha büyük silahlar almayacağını kimse garanti edemezdi.

Nitekim ateşkes bir sene bile sürmedi. Daha önceden tahmin ettiğim gibi, barış sürecinin çok yavaş ilerlemesinden, hatta ilerlememesinden ötürü (İspanyol siyasilerde genel olarak anayasal düzenin Basklar tarafında giderek aşındırılmasından duyulan rahatsızlık giderek arttı); ETA, 30 Aralık 2006 tarihinde Madrid Barajas Havaalani T-4 (ne paralar döküldü o terminale) otoparkını havaya uçurarak, ateşkesi bozdu. Daha sonra dünyaca ünlü sazan yargıç Baltasar Garzon; (ki bu mümtaz şahsiyet üzerine bilahare yazacağım) 21 ETA militanını derdest edince, Otegi (ki bizdeki Selahattin Demirtaş muadili) "İspanyol Devleti"ne savaş ilan etti.****

Ekonomisi nispeten gelişmiş bir ülkenin dahi bu şiddet döngüsünden çıkamamasına dikkat etmek gerekmekte. İspanya'nın en zengin ikinci bölgesi olan bir Pais Vasco, kişi başına yıllık geliri Avrupa ortalamasının kat kat üzerinde, tamamen sanayileşmiş bir toplum. Ve mikromilliyetçilik hala elinde mavzer bekliyor. Bask bir kız İspanyol pasaportunu yakmak istiyor. Sosyalizmi söylem olarak kullanan ateşli bir faşizm, hala etnik damarları besliyor, bölgesel bürokrasi ise bu "ateşli çocuklar"a arada sus işareti yapmaktan başka birşey yapmıyor. Güneydoğu meselesinde, sorun açlık ve feodalite diyen bilmişlere naçizane bir soru geliyor benden: Sorun aslında para falan değil de, Anadolu topraklarında hergün daha da kronikleşen kollektif bir kimlik mücadelesi olmasın?

Dipnot: ETA'nın eylem şekli genelde politik liderlerin araçlarına bomba bırakmak; benzin deposu havaya uçurmak, kendilerine karşıt üniversite hocaları ve hakimlerin ofislerine sızarak susturucu ile kafalarına sıkmaktır. Görüldüğü üzere, PKK ile oldukça farklı eylem tarzları var. Düşünmeden de edemiyor insan "teröristin bile Avrupalısı daha medeni oluyor" diye. En azından, ev basıp çoluk cocuk, bebek, genç, yaşlı, kadın, erkek demeden kan döken bir örgüt görüntüsü vermekten çok uzak ETA. (Barcelona'daki Hipercor "kaza"sını saymazsak)


*Bu arada merak edenler için, Bask soyadları neden hep -etxe ile biter? - "etxe" Baskçada "ev" anlamına gelir. Soyada eklenince "şu evden" yani "şu -gillerden" anlami verir.

**Ibarretxe kendisi bölgede oyu hep %60a yakın olmuş bask milliyetçi partisi PNV'dendir - Parti ilk anayasal seçimlerden beri (1979) bölgeyi yönetir. Ayrıca ETA ile olan dolayli (!) bağları nedeniyle İspanyol kamuoyunca pek tutulmaz ama, Basklar sever ki seçer; Lehendakari (baskça "Lider")dir neticede.

*** Ki çok büyük ihtimalle ileride bir bağımsızlık hakkının saklı tutulması kaydıyla daha fazla özerklik talebi gelecekti. Aslında bu referandum ileride daha kapsamlı bir bağımsızlık referandumu yapılıp yapılmamasına dair bir nevi ön-referandumdu; kendi kaderini tayin referandumu yani. Bu referandum daha sonra yattı zaten.

****Bu İspanyol Devleti imgesi, Bask Bölgesi ve Katalunya'da o kadar derindir ki, bölgesel TVlerin hava durumlarında önce özerk bölgenin hava raporu verilir, daha sonra İspanya'nın değil, "İspanyol Devleti"nin hava durumuna geçilir. Çünkü, İspanya diye bir birlik yoktur, sadece İspanya Devleti vardır. :D