7 Mayıs 2009 Perşembe

Siyasal İslam Okumaları - 1: Şiilik, İran ve Türkiye üzerine notlar



Kiminizin bildiği üzere bir süredir Siyasal İslam okumalarına sarmış durumdayım. Gerek ülkemizde gerekse İslam dünyasının geri kalanında yükselen Siyasal İslam, sosyoekonomik arkaplanı ve tarihsel tabanı ile birlikte daha derin bir çözümleme gerektiriyor.

Siyasal İslam'ın ana argümanının dini politize ederek hayatın hemen her alanına yaymak olduğu savlanabilir. Ancak her ülkenin kendi arkaplanı nedeni ile bu hareket, temel tezleri aynı olsa da farklı argümanlar üzerinden yürümektedir. Misal, Türkiye'deki Milli Görüş gömleğini, Nur hareketini, Mısır'daki Müslüman Kardeşler'i, Lübnan Hizbullahı'ını, Suud Vahhabi hareketini, İran'ın Kum merkezli Vatikanvari teokratik yapısını aynı dinamikler içinde değerlendirmek hatalı olur.

Bu karmaşıklık içinde, İslam'ın barındırdığı farklı düşünce okullarının farklı yaklaşımlarının, Siyasal İslam'ın bir ülkeden diğerine hangi eksenler üzerinden değişiklik gösterdiği konusunda bize ışık tutacağını düşündüğüm için, bir kaç yazımı İslam'daki farklı düşünce okullarının savladığı değişik devlet yapılarına ve bu yapıların üzerine oturduğu temel sosyolojik, tarihi, ekonomik ve politik tabana ayıracağım. Hem bize olan yakınlığı, hem de halıhazırda İslam'ın en sistematik biçimde devlet mekanizması üzerinde söz sahibi olduğu örnek olduğu için, İran'dan ve Şiilik'ten, Şiilik'in devlet ile olan ilişkisinden başlamayı uygun gördüm.

Şiilik'in devlet ile ilişkisi hep limoni olagelmiştir. Bunda teolojik savların olduğu kadar tarihi politik sebeplerin de rolü vardır.

Şiilik, Şeyh Cüneyd (öl.1460)'in (ki ünlü Şah İsmail'in dedesidir) İran'daki aşiretleri biraraya toplamasına ve Safevilerin bir Sufi tarikatından, Şamanist ve ruhani gelenekler ile yoğrulmuş heterodoks bir Şii mezhebine donüşmelerine (bunun tohumunu Allame Hilli (1250-1335) atmıştır ondan iki yüz sene evvel) kadar hiç ama hiç devlet yönetmemiştir. Bu nedenle, Şii ilahiyatçıların, Sunni ilahiyatçıların dört halife döneminden beri kafa patlattıkları kamu hukuku ve siyasal hukuk üzerine birşey üretmelerine gerek olmamıştır. Bu, yüzyıllarca Sunnilik ve onun devlet otoritesi karşısında yer altına çekili yaşamış Şiilik için gayet normaldir.

Sunnilik, devlet yönetmesi nedeni ile, Nisa suresinin 59. ayeti "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin"deki "ulülemr"i devlet otoritesi olarak yorumlamıştır. Hatta 11.yüzyıl başında filozof El Maverdi, "Al-ahkam Al-Sultaniye v'el-Vilayet al-Diniyye" adlı eserinde, resmen dini otoriteyi hükmü altına alan bir devlet felsefesi kurmuş, Şiilik'e nazaran çok daha seküler diyebileceğimiz bir söylem geliştirmiştir. Hatta yukarıdaki ayete binaen, Maverdi'ye gore; "Hükümdar ve devlet zalim de olsa ona itaat gerektir, zira en kötü hükümdar, hükümdarsızlıktan (anarşi) daha iyidir."

Buna karşılık, yıllarca Sunni devletin zulmü altında yaşamış olan Şiilik, pek doğaldir ki, "ululemr"i devlet otoritesi olarak okumamıştır. Baskı altında yaşayan gruplarin kurtarıcı lider beklentilerine uygun şekilde, Şiilik, ululemr'i "12 imam ve onlarin vekilleri (ayetullahlar)" olarak okumuştur. Kısa dönemlerde farklı durumlar ortaya çıkmışsa da, Şia'da ve doğal olarak İran'da genel eğilim gayba çekilen (941 yılında) son imam Muhammed Mehdi'nin (kıyamete yakın geri dönecektir Şii inancına göre) vekilleri olan Ayetullahlarin karşışında duran devlet otoritesinin ikincil, ve büyük ölçüde gayrımeşru sayılması yönündedir. Toplumun devlet otoritesini sallamayan tutumu, Safevilerin Çaldıran'dan sonra devleti merkezilestirmiş olmasına rağmen, İran'da 1979 İslam Devrimi'ne kadar süregelmiş bir devlet/din adamları ikiliği yaratmıştır. Toplum çoğunlukla din adamlarını, devletin üzerinde bir otorite olarak görmüştür. Bu, malumunuzdur ki sonunda İran İslam Devrimi'ne yolaçmıştır. İran'da bugün dahi, yerleşik bir vergileme kültürünün olmaması bu gayrımeşruiyet ile yakından alakalıdır. Bu bağlamda, "İran'da modern olmak", Fariha Abdelkhah, (Metis Yay.) faydalı bir referans. Paradoksal olarak (aslında olmayarak), bugün dini hükümlerle yönetilmesine rağmen, Safevilerden bu yana süregelen merkezi devlet yapısı üzerine kurulmuş olan İslam Cumhuriyeti'nin otoritesine dahi itiraz eden, başını Ayetullah Montazeri'nin ve Irak Havzası'nın en yüksek uleması Ayetullah Sistani'nin (ki bu adamın Türkiye'nin Irak politikasında görmezden gelinmesi anlayamadığım birşeydir, Davutoğlu duy sesimizi) çektiği bir toplumsal çizgi vardır. Daha da paradoksal olan (aslında olmayan) şey Batı'nın "reformist/seküler" olarak gördüğü politik güçlerin bile kendilerine bir "Ayetullah" olan Montazeri'yi referans almalarıdır.

Dolayisiyla, Şiilik'i Sunnilik'ten ayıran temel nokta, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in konumu değildir. Bunun ötesinde, dünyevi işlere bakışta, devlet-toplum ilişkisinde Şiilik ve Sunnilik arasında devasa bir uçurum vardır. Tam da bu nedenle İslam birligi vesaire gibi özlemler bir gerçekliği bulunmayan hayallerdir. Bugün tüm dünya müslüman olsa dahi, birbirinin omzu uzerinde baş bırakmayacak kadar birbirine ters iki felsefedir önümüzdeki.

Bu uçurumun bir ucunda, Şeyhülislamların kellelerini canı istediğinde alabilen Sultanların (burada Anadolu'nun Şiileşmesini her türlü Makyavelist önlemi kullanarak engellemiş olan Yavuz Sultan Selim'i ayrıca anmak gerekir) mirası olan Osmanlı geleneği uzerine kurulmuş ve dini Diyanet İşleri Başkanlığı ile "yöneten" otoriter laik Türkiye Cumhuriyeti, diğer ucunda devletin ancak Ayetullahları yanına aldığında güçlü olabildiği, Safevi-Kaçar geleneği uzerine kurulu, büyük rehber "Ayetullah Hamaney"in (ki kendisinin kıdem sırasıyla Humeyni'nin varisi Ayetullah Montazeri'yi sollayıp Velayet-i Fakh'in başına Büyük Rehber olması ayrı bir yazı konusudur) yönettiği İran İslam Cumhuriyeti durur.

Tam da bu nedenledir, "Türkiye, İran olamaz" diye bağırmamız.

İran konusundaki analizlere bir sonraki yazıda devam edeceğim.

Hiç yorum yok: